Bir duvarcı
ustasının 23 çocuğundan birisiydi. 5 Haziran 1932’de doğduğunda beyin felci
teşhisi konmuştu. Yirmi iki kardeşinden on yedisi yaşadı, bunların dördü de
bebekken öldü. Beyin felci kurbanı olduğu için konuşamıyor ve hareketlerini
kontrol edemiyordu, sol ayağı hariç.
Fakat bu aciz,
dili dışarı sarkan bebekten ne olabilirdi ki?
Bebekte bir
acayiplik olduğunu ilk annesi fark etti. O zaman dört aylıktı. Bebeği beslemeye
çalıştığında kafasının arkaya düştüğünü gördü.
Boynunun arkasına
elini koyup kafasını sabit tutarak bunu düzeltmeye çalıştı. Fakat elini çektiği
anda bebeğin başı tekrar arkaya düşüyordu. Bu ilk uyarı işaretiydi. Bebek
büyüdükçe diğer eksikliklerin de farkına vardı.
Ellerinin
neredeyse sürekli olarak sımsıkı kapalı olduğunu ve arkaya doğru büküldüğünü
gördü. Çenesi o küçük yaşta bile sımsıkı kapalı olduğundan ve biberonun ağzını
kavrayamadığından, ağzını açmak onun için imkânsızdı.
Aniden yumuşayıp gevşeyen ağzı bir tarafa
kayıyordu. Altı aylıkken etrafında bir yastık dağı olmadan oturamıyordu. Bundan
çok endişelenen annesi korkularını babasına açtı ve daha fazla gecikmeden tıbbi
yardım almaya karar verdiler. Bebeği hastanelere ve kliniklere taşımaya başladıklarında
bir yaşını geçmişti. Onda bir gariplik olduğundan emindiler, anlayamadıkları
bir gariplik... Bebeği gören ve muayene eden doktorlar, onu çok ilginç ve
ümitsiz bir vaka olarak değerlendirdiler.
Çoğu nazik bir biçimde anneye çocuğunun
beyinsel olarak özürlü olduğunu ve öyle kalacağını söyledi. Beş sağlıklı çocuk
büyüten genç bir anne için bu çok ağır bir darbeydi. Doktorlar kendilerinden o
kadar emindiler ki, annenin inancı onlara küstahlık gibi geliyordu. Bebek için
hiçbir şey yapılamayacağını söylediler. Tedavi edilemez ve umutsuz olduğu gerçeğini
anne kabul etmemişti. Doktorların söylediği gibi bir embesil olduğuna inanmamıştı.
Vücudunun özürlü olmasına rağmen zekâsının normal olduğuna dair inancını
destekleyecek en ufak bir kanıt da yoktu.
Bundan sonra onu bir insan olduğunu
unutarak besleyip, yıkayıp bir kenara kaldırılacak bir şey olarak algılanması
gerektiği vurgulanınca, anne olayların kontrolünü ele aldı. Bebek ailenin bir
parçasıydı. Her ne kadar aptal ve aciz olarak büyüse de, ona diğerlerine
davrandığı gibi davranmaya, misafir geldiğinde arka odada kalan ve adı geçmeyen
“acayip bir şey” olarak değerlendirmemeye karar verdi. Bu annenin yapacağı
bütün savaşlarda ona destek olacağı ve yenildiğinde ona güç vereceği anlamına
geliyordu.
Veee... “Sol ayağın keşfedilişi”
Bir köşede kardeşleri,
önlerinde yırtık pırtık okul kitaplarıyla oturuyorlardı. Parlak sarı bir tebeşirle
bir tahtaya yazıyorlardı. Onu öylesine çeken şey bir tebeşirdi... Kardeşinin
yaptığı şeyi yapmak için aniden çok büyük bir istek duydu. Derken ne yaptığını
düşünmeden uzandı ve tebeşiri kız kardeşinin elinden sol ayağıyla aldı. Bunu
yaparken neden sol ayağını kullandığını bilmiyordu. Kardeşinin elinden sol ayağı
ile kabaca alışı ve tahtaya karalayışıyla evdeki herkesin bakışları onun
üzerinde yoğunlaştı.
Anne her zaman
yaptığı gibi önüne gelerek eğildi. “Sana bununla ne yapılacağını göstereceğim
Chris” dedi. Kardeşinden yeni bir tebeşir aldı ve yere “A” harfi çizdi ve
Chris’ten bunu kopya etmesini istedi. Ancak o yapamadı. Etrafında ona dönük,
donmuş, gergin, sabırsız mucize bekleyen yüzler vardı. Bir deneme daha yapamadı.
Vazgeçmek istedi. “Siz olsanız ne yapardınız?” Anne elini çocuğunun omzuna
koydu, yine denedi ve sonunda biraz şekilsizdi; ama yapmıştı, bu “A” harfiydi.
Kafasını çevirdi.
Annenin yanaklarından
süzülen yaşlar... Başarmıştı...
Zihninde kendisini
ifade etme şansını verecek olay başlamıştı. Doğru, dudaklarıyla konuşamıyordu;
fakat yazarak iletişim kuruyordu. Ayakkabı veya başka bir şey yoktu ayağında.
Ne zaman ayağına bir şeyler giydirilse, aynı hızla çıkarıyordu. Annesi, çorap
veya ayakkabı giydirdiğinde normal bir insanın elleri arkasında bağlandığında
duyduklarını hissediyordu.
Anne, onun diğerleri gibi okula
göndermesinin imkânsız olduğunu biliyor, ona nasıl yardımcı olacağı konusunda
endişeleniyordu. Çünkü zihinsel durumunun normal olduğundan emin olmasına rağmen,
cahil olarak büyümesinden, fiziksel dezavantajına bir de zihinsel dezavantajın ekleneceğinden
korkuyordu. Büyüdüğünde ona getireceği şeyleri düşünüyordu sadece. Okula
gidemediği için de eksikliklerinin sonuçlarını azaltmak için elinden geleni yapıyordu...
Bütün çabaları sonucu önemli bir aşama
kaydetmişti, annesi ona döndü ve elini başına koyarak gülümsedi. Yazmayı öğrendiği
kelime şuydu: A-N-N-E.
Hayat, acı vermeye başlamıştı. Şimdi tam
on yaşında, yürüyemeyen, konuşamayan, kendi başına yemek yiyemeyen veya
giyinemeyen bir çocuktu.
Acizdi; ama ne kadar aciz olduğunu şimdi
anlamaya başlamıştı.
Kendisi hakkında hala hiçbir şey
bilmiyordu. Onu diğerlerinden farklı yapan şeyin ne olduğunu ve nedenini
anlayamıyordu. Bildiği tek şey; konuşamadığı, futbol oynayamadığı, ağaca çıkamadığı
veya başkalarının yaptığı hiçbir şeyi kendi başına yapamadığı idi. Sadece
hissediyordu.
Ellerine baktı.
Bükülmüş, yamuk parmaklı, eğri, garip ellerdi. Hiçbir zaman sabit durmayan,
sürekli kıpırdayıp titreyen, insan elinden çok kıvrılmış iki yılana benzer
eller. O ellerin görüntüsünden, aynada gördüğü o sallanan kafadan ve bir kenarı
sarkmış ağızdan nefret etmeye, böylece aynadan da nefret etmeye ve korkmaya başladı.
Yabancı biri yanından geçtiğinde yüzünü saklıyordu. Fakat önce yüzüne, sonra
ellerine bakıp gözden kaybolana kadar kendisine dönüp bakmaları gözünden kaçmıyordu.
Annesinin inancı,
onun da kendisine inanması sağladı. Sonuçta okumayı, yazmayı, resim yapmayı ve
nihayet sol ayağının parmağı ile daktilo yazmayı öğrendi. Yıllar sonra İrlanda
edebiyatının devleri arasında yer alacak bir yazardı o. Christy Brown...
Günlerin İçinden isimli bir otobiyografik romanın; Parlak Meslek, Yaz Üzerinde
Gölge ve Vahşi Zambaklar isimli kitapların sahibi. Şiirlerini de Toplu Şiirler’de
derledi.
Umudunuzun tükendiğini
zannettiğinizde CHRISTY BROWN’un hayatını hatırlayabilir ve hayatınızda yepyeni
bir ışık ortaya çıkarabiliriz.
Yapmamız gereken
tek şey gücümüzün farkına varmaktır…
Kaynak: Herkes İçin NLP, Cemal Kondu.